Kurban Bayramında Kebapçıya Gidersek…
Hepimizin çocukluğuna dair anıları vardır, öyle değil mi? Hep özlenen, geri dönülmek istenen anılardır onlar. Ama bilirsiniz ki artık bu mümkün değildir.
Doksanlı yıllarda kaldı bizim de çocukluğumuz… İçindeki iyi-kötü anıları koyup gönül cebimize, getirdik iki bin yirmilere… Bunlardan biri şöyle:
Malumunuz kurban bayramından sonra yemek şirketlerinin, kasapların ve kebapçıların işleri bir süreliğine durur. Büyükler aralarında konuşurken de duymuştuk kurban bayramından sonra kebapçıların işlerinin kesat gittiğini.
Kurban bayramı geldi, üç aile toplandık. Dedemlerin evinde dayımlar ve biz. Dayımın iki oğlu var, iki kardeş onlarla yaşıtız. Büyüklerin ellerini öpüp bayram harçlıklarımızı aldıktan sonra başladık kenarda konuşmaya. Zaten orta yerde konuşamazdık, dayımdan korkardık biraz. Tatlı sert biriydi o. Hâlâ da öyle…
Dört kafadar, kebapçıların durumundan falan da bahsettik. En büyüğü on yaşında olan bizler, az sonra meşhur usta dedemin elinden yiyeceğimiz kebabın da hayaliyle açlığımızı iyice hisseder olmuştuk. Yalnız bir sorunumuz vardı. Rahmetli dedem, fakir fukaranın evine et girmeden, onlar da mangal yakmadan evde mangal yakmayı istemezdi. Böyle olunca da bizim hayaller ancak saat 10’a doğru gerçekleşebilirdi.
Aramızda konuştuk ve kimseye hissettirmeden dışarı çıktık. Dedemlerin bir ev ötesinde küçük bir kebapçı dükkânı vardı. “Adamcağız zaten iş yapamayacak, bari biz gidelim kebap yiyelim.” diyerek vardık adamın dükkânına. Tabi o sırada bizim mangal da yanmıştı ve memleketin en iyi ustalarından biri olan dedem o mangalın başındaydı. Dayımın da dedemden aşağı kalır yanı yok tabii.
Kebapçıya girdiğimiz anda Yılmaz, babacan tavırla dükkân sahibine seslendi: “Dayı, bize dört tane atsana!” Allah’ım, sanki lüks restoranttayız. Bir de kurulmuşuz tahta sandalyelere. Zihni de sandalye çekiyor falan, küçük ağabey… Aslında bu havalı duruşumuz, toplumsal bir sorunu çözmemiz ve ilk defa kendi başımıza bir yerde yemek yememizle alakalı… Önceki hayallerimizi gerçekleştiremedik, Körfez Savaşını bitiremedik; hiç olmazsa kebapçı kurtulsun.
Acı diye pek yiyemedik ama en azından yarımşar yedik, eve döndük. Asıl yememiz gereken kebap da pişmişti o arada. Dayım kapıdan girdiğimizi görünce bir heyecan, bir telaş… “Gelin, gelin, yemek hazır!” diye seslendi. Birbirimize baktık ne yapsak diye. Geçtik sofranın başına… Gülsek mi ağlasak mı? Yesek mi yemesek mi? Dayım biraz sert biri olsa da bizi çok severdi. Emine’yle girdik söze:
– Dayı, şeyy…
– Biz yan taraftaki Kaya Kebapçıda…
– Kebap yedik.
– NEYYYY?
Eşek kaçtı palan düştü. Dayım başladı “Ulan ben sizi napim şimdi? Biz burda mangalın başında yanalım, siz gidip elin adamına para yedirin. Vicdansızlar sizi!.. Dedenizden güzel mi yapmıştı bari?”
Söylendi, kızdı… Haksız mıydı? Haklıydı. Ama biz de haklıydık yani.
Allah’tan, dedemle babam girdiler devreye. “Olmuş bir kere, boşver…” dediler. Dayım da “Yürüyün gidin, gözüm görmesin sizi!” dedi.
Oh, çok şükür… En azından ‘yürüyün gidin’ dedi. Ya “Bu yemekler bitecek!” deseydi. Yürüyüp değil koşa koşa gittik. Dayımın fikri değişmeden ortamdan uzaklaştık.
Her şeye rağmen içimizde bir huzur vardı. Kebapçı abi o gün evine eli boş dönmeyecekti. Çocuklarına harçlık verebilecekti. Dayıma gelince, az sonra yine pamuk gibi olurdu zaten. Yüreğindeki merhameti görmediğimizi sanıyor ama çocuklar insanların dışından çok içini görürler. Galiba dayım bunu bilmiyor.
Sezgin Özbay